Sanat ve edebiyat, toplumla bağlı olan, ondan kopmayan,
toplumsallaşma düzeyinde kendi bireyselliğini aşabilen, bu işe tutku ile
bağlanan bir grup insanın son derece cesur, özverili, örgütlü çabasıyla
başarılabilecek bir durumdur. Böyle bir topluluğa sanatçı deniliyor; eskiden
ozan deniliyordu, siyaset dilinde ise devrimci militan deniliyor.
Sanat ve edebiyat çalışması toplumsal şekillenmenin, değişim
ve dönüşümün de öncülüğüdür. İçinde bulunduğumuz süreçte birey ve toplum
şekillenmesi nasıl olacak? Yaşam, değer yargıları, ölçüleri, psikoloji,
karakter nasıl şekillenecek, nelerden oluşacak? Bunların belirlenmesi ve bir de
topluma özümsetilmesi işidir. Aslında devrimcilik denen şey bunun ideolojik,
siyasi çalışmasını yürütmektir. Gerilla askeri açıdan aynı şeyi yürütüyor.
Siyaset bunu bir çerçeveye, ölçüye kazandırıyor. Edebiyat ve sanat alanı ise
esas toplumsallık temelinde bireysel şekillenmeyi ifade ediyor. Toplumsal
ilerleyişte işlevleri aynıdır. Yöntemleri farklı, hitap ettikleri alanlar
farklı, dolayısıyla örgütlenme ve çalışma düzenleri farklı, ama amaçları bir,
toplumda oynadıkları rol birdir. Gerilla toplumda yaşanması gereken temel değer
yargılarını ortaya çıkarmaya çalışıyor, siyasi-ideolojik mücadele yine içinde
bulunulan dönemde yaşanılması gereken değer yargılarını ortaya çıkarıyor.
Edebiyat ve sanat da öyle; doğru-yanlış, ret-kabul ayrışmasını sağlıyor. Yani
kişilik nasıl olmalı? nasıl yaşamalı? Soru aslında budur. Bireyin ruh, duygu,
düşünce ve davranış dünyasının şekillenmesi; kişilik şekillenmesi ya da kişilik
devrimi. Buna kültür devrimi de diyebiliriz.
Günümüzde sanat ve edebiyat alanı insanları, toplumu amaca
ve özgür yaşam hakikatine bağlama alanı değil de göz boyama, egolara hitap
etme, güdülere hitap etme, bireyin fiziki zayıflıklarını tatmin edecek duyulara
hitap etme ve böylece bir tür yanıltma, aldatma, saptırma alanı olarak
kullanılmaktadır. Bu işin sapkınlık ifade eden yanları oluyor. Biz bir yandan
bir amaca bağlı olarak edebiyat ve sanatı geliştirmekle yükümlü olduğumuz
kadar, diğer yandan bu tür saptırıcı yaklaşımlarla mücadele etmekle de
yükümlüyüz.
Peki bu dönemde sanat ve edebiyat faaliyetlerimizin
gerçekleştirmekle yükümlü olduğu temel görevler nelerdir? Amaç sadece ürün
açığa çıkarma, adımızı duyurma, bireysel heveslerimizi giderme ya da maddi
imkan elde etme değil de aslında ciddi bir toplumsal devrimin, demokratik
devrimin özünde var olan kişilik devrimini, kültür devrimini gerçekleştirecek
bir öncü çalışma yürütme, bunun arayışı ve tutumu içinde olmaktır.
Tarzda da yaratıcılık, düşüncede de yaratıcılık çok önemli.
Somut durumu görebilmek çok önemli. Görememek, ezbere kalmak, soyut kalmak,
başka yerlerde olanlar gibi değerlendirmek insanı devrimci olacağım derken
karşı devrimci olmaya, yurtsever olacağım derken hain olmaya götürüyor. Böyle
olunca da insanı sanat yapmak ve toplumun duygusu olmak isterken aslında
toplumsal çürümeyi övmeye de götürebilir.
Mevcut durumda Türkiye'de, Kürdistan'da birey ve toplumun
yeniden şekillenmesini gerçekleştirecek sanat ve edebiyat niye gelişmiyor?
Bunun iki nedeni var; birincisi, siyaseten bu faşist-sömürgeci sistem hala
çözülmedi. Kapatıyor, izin vermiyor. Açık olarak bunu yapma imkanı bırakmıyor.
Ama ikincisi ve daha önemlisi yaratıcı düşünce yok. Yani PKK mücadelesi ile 40
yıla yakı süredir yaşananları doğru anlama ve anlamlandırmada zayıflık var.
Ondan dolayı insanlar ne yapacağını bilemiyor. Çünkü olup bitenleri
anlayabilecek, somuta yaratıcı yaklaşan bir düşence sistemleri yok. Onun için
yeterince teori üretilemiyor, siyasi-askeri gelişmeler yeterli olmuyor, onun
için edebiyat ve sanat geliştirilemiyor. Geliştirmek isteyenler yaşanan
gerçeklik ile kendilerini yüz yüze buluyor, çarpılıyor. Ondan sonra genel geçer
ölçülere göre siyaset yapmak isteyenler nasıl çarpıldılar ve Önder Apo'yu, PKK'yi
düşman görerek, suçu oraya yükleyerek kendi durumlarını izah etmeye, kendi
çıkmazlarından kurtulmaya çalışıyorlarsa sanat-edebiyat alanında da benzer bir
durum yaşanıyor. Başka yerlerdeki ölçüyü almak isteyen edebiyatçı, sanatçı
Kürdistan gerçeği ile karşı karşıya geliyor, çatışıyor. Böyle olunca şüphe
duyuyorlar. PKK'ye karşı mesafeli duruş, kuşkulu duruş buradan kaynaklıdır.
Duygu, düşünce üretememe, dolayısıyla etkinlik geliştirememe yaşanıyor ve
karşıt oluyorlar.
Genel geçer özgürlükçü, demokratik ölçülerle Kürdistan'da
gerçekleşen özgür ve demokratik yaşam ölçüleri, gelişim noktası ve ulaştığı
düzey bakımından bir ve aynı değil; çelişkilidir, farklıdır. Bunları bir ve
aynı sanır, dolayısıyla somuta bakmak yerine dışarıda olanları anlamaya, biraz
onları taklit etmeye, ona göre üretim yapmaya çalışırsak bu Kürdistan gerçeği
ile uyumlu olmaz. Ne toplum çözümlemesi verir, ne yeni toplumu ne de özgür
yaşamı ifade eder. Orada çelişki ortaya çıkar. Bir yanda bütün saldırılara
karşı yıkılmayan, ayakta kalan, toplumu harekete geçiren bir hareket, ama diğer
tarafta o hareketle bütünleşmeyen bir duygu ve düşünce duruşu. Bu var mı, var.
Mesela "Kürt Aydını," diyorlar, ama PKK'yi aydın saymazlar, PKK
dışında aydın arıyorlar ve bu aydınlar PKK'ye karşıt; aslında sömürgecilikten
daha çok karşıtlar, güçleri yetse yıkacaklar. Bu ne biçim aydınlık! Yaşam ise
PKK'yi doğruladı. O halde Kürdistan'a göre doğru düşünce Önder Apo'nun
düşünceleridir.
Bazı sözde Kürt aydınları 1970'lerin sonunda diyordu;
"APO çocuklarınızı kandırıyor, dikkat edin!" Kenan Evren'den önce
Kürt ailelerine çağrıyı onlar yaptı. Çünkü kendi düşünce sistemleri, mantıkları
kabul etmiyor. Niye? Kürdistan ve Kürt gerçeğine yabancılar. Neden?
Özümsenmişler. İşte kültürel soykırımın yarattığı sonuç bu. Bu durum kültürel
soykırım rejiminin özümsediği zihniyet. Önder Apo buna, "Kendi çıkarını
tanımayan, kendini tanımayan, kendine gelecek çizemeyen, başkaları için
düşünen, başkaları için duyan, başkaları için kendini feda eden, yaşayan insan
duruşunun duygu, ruh, düşünce, beyin ve anlayış olarak ortaya
çıkarılmasıdır," dedi. Kültürel soykırım rejiminin esas özü bu, tahribatı
buradadır. Asimilasyonun en tehlikeli biçimi buradaki asimilasyondur.
Mevcut özümsenmiş beyin istediği kadar Kürtlükten,
devrimcilikten, sosyalist olmaktan söz etsin. O bir defa mantık olarak kültürel
soykırım rejimi tarafından özümsenmiş, kazanılmıştır. Solculuğu da,
Müslümanlığı da, sağcılığı da, milliyetçiliği de oraya göredir. Dolayısıyla
Kürt milliyetçiliği de tutarlı değil özümsenmiş bir milliyetçiliktir. Kürt
milliyetçiliği diğer toplumlarda olduğu gibi kendine sahip çıkma, yabancı
saldırıya karşı durma, kendi varlığı ve özgürlüğünü ön görme duygusu ve
düşüncesi değildir. Kürt milliyetçiliği aslında Kürdistan'ı bölüp parçalayan, Kürt
toplumuna soykırımı dayatan sistemin Kürtler tarafından kabul edilmesini
sağlatan, yumuşatan bir duygu ve düşünce halidir.
Sanat ve edebiyat yapmak, duygu ve ruh üretmek, toplumla
bağlantılıdır, toprakla bağlantılıdır, özgürlük ve irade ile bağlantılıdır.
Böyle temel değerleri gözetmeden söylenen her söz düşünce değildir, her ağlama
duygu değildir. Timsahın da neye gözyaşı döktüğünü biliyoruz. Kürdistan'da
bağımsız ve özgür olmak isteyeceksek öncelikle bunun duygu ve düşünce durumu
olduğunu bilmemiz lazım. Bağımsızlık ve özgürlük siyasi bir durum
değildir. Siyasi bağımsızlık yok; belki
Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği'nin varlığı temelinde ve ona dayanarak
"ulusal bağımsızlıklar olabilir mi?" diye 20. yüzyılda mücadeleler
edildi, büyük savaşlar da verildi, fakat ulusal bağımsızlık en iyi durumda
olanlar da bile üç beş yıl sürmedi. Zaten buna temel olan Sovyet sisteminin de
böyle olmadığı açığa çıktı. Sovyet sistemi ile bağlı da kalmadılar, hemen dönüp
ABD öncülüğü ile Kapitalist emperyalist sistemle uzlaştılar. Çoğu için insan
dönüp bakınca şaşırıyor; madem böyle sonuçlanacaktı niye bu kadar kan döküldü!
Bu mücadele tümden boşa gitmedi tabi. Kendilerini biraz tanıdılar, biraz irade
kazandılar. Bu bir gerçek, ama ödenen bedel elde edilen kazanımlara denk
olmadı. Şimdi özellikle Sovyetler Birliği'nin yok olduğu bir ortamda, ABD'nin
'Yeni Dünya Düzeni' adı altında bir hegemonya geliştirmeye çalıştığı bir
ortamda devlet bağımsızlığı, siyaset bağımsızlığı yoktur. Devletsel duruşla
bağımsız ve özgür olunmaz; ne ekonomide, ne siyasette, ne de askerlikte
bağımsız olabilirsin. Hiçbir devlet bağımsız değildi. Şimdi devletler
bağımsızlık peşinden koşan yok. Hepsi bir bağımlılık ilişkisi içerisinde kendi
çıkarını etkili kılma arayışı içerisinde. Kürdistan'da da yurtseverliğin önemli
bir ölçüsü bağımsız ve özgür olmaktır, ama şimdi milliyetçilik bunu saptırıyor
ve çarpıtmaya çalışıyor. Kürdistan'da toplumun bağımsızlık ve özgürlük sorunu
ABD ve İsrail milliyetçilik eliyle PKK'nin doğruya çektiği anlayışı saptıracak
bir anlayış geliştirmek istiyor.
Ruhta, düşüncede, iradede, yaşamda bağımsız olmayanın
bağımsız siyasi sistem kurması ve kendini yürütmesi mümkün değildir.
Bağımsızlığı temsil eden bir güç dünyanın ve bölgenin gericiliğinden,
faşizmden, İran'dan, ABD'de den, AKP'den medet bekler mi? Sömürgeciliğin,
kültüler soykırımcılığın en tehlikelisi düşünce düzeyinde soykırım,
asimilasyondur. Dolayısıyla bağımsız ve özgür olmanın yaratıldığı yerde
düşüncede bağımsız ve özgür olmaktır.
Bağımsız ve özgür olmanın bir toplum olmayla yakından bağı
vardır. Bu bir düşünce durumu olduğu kadar bir ruh ve duygu durumudur. Bunun
edebiyat ve sanatla bağı var. Kişilik özellikleriyle, karakterler, toplumun
özelliklerini belirleyen kişilik özellikleri ile bağı var. Sanat ve edebiyat yapılacaksa
bağımsızlık ve özgürlük gibi temel değerlere dayanmak şarttır. Bunu
dayanacaksak bu değerleri doğru anlamamız da şart. En işbirlikçi, hatta hain
yaklaşımı "ben bağımsızlığı ve özgürlüğü temsil ediyorum," diyor diye
öyle sanarsak oradan edebiyat çıkmaz, sanat çıkmaz, duygu çıkmaz, davranış
zenginliği çıkmaz, güzellik ve iyilik çıkmaz. Yani edebiyat ve sanat o temelde
kesinlikle olmaz.
Önderlik gerçeği anlaşılmadan, Önder Apo'nun yaşama bakışı
ve yaşam ölçüleri anlaşılmadan, yine Önder Apo'nun düşünce gerçeği ve mücadele
tarzı, örgüt ve eylem çizgisi anlaşılmadan Kürdistan'da yurtseverlik,
demokratlık yapılamaz, özgürlükçü olunamaz, bu değerleri yücelten ve topluma
taşıyan edebiyat ve sanat yapılamaz. Başka türlü edebiyatçı ve sanatçı
olunamaz. Olunamadığı ortadadır. Siyasi
olarak edebiyat ve sanatın önündeki engeller kalkmış değil, fakat edebiyat ve
sanatın gelişmesi önündeki birinci ve tek engel bu değil. Nasıl ki siyaset,
ideoloji, örgüt, askerlik sistem dışında sisteme karşı gelişebildiyse edebiyat
ve sanatta gelişebilir. Ama edebiyat ve sanat fazla gelişemiyorsa bunun ikinci
ve daha önemli bir nedeni var demektir. Bizi Kürdistan'da edebiyat ve sanat
üretecek konuma getirecek bir duygu ve düşünce düzeyinden yoksunluk, uzaklık
var. Bize bunu yaptırtacak realiteyi doğru anlamada zayıflık var. İşte bu
zayıflık giderilmeden biz bu işi yapamayız. Bu zayıflığı da ancak araştırarak,
tartışarak, okuyarak, kendimizi eğiterek giderebiliriz.
Garzan'da şehit düşen Maria arkadaşın günlüğünde okumuştum;
"bunu okuyanlar anlamalı ve beni yargılayacaksa buna göre yargılamalı.
Bundan sonra doğru diyorsa da desin, yanlış diyorsa da desin." Evet,
devrimi ve devrime kalkan toplumun duruşunu yargılayacaksak kendi çizgisi
temelinde yargılayalım, düşman gerçeği temelinde yargılamayalım. Onu karşıtı
temelinde yargılarsak o düşmanı ifade eder. Eğer sanat ve edebiyat özgür yaşam
çizgisinde bireyin ve toplumun duygu, ruh, düşünce ve davranış dünyasının
yargılanmasıysa, o zaman bu yargılamayı hangi çizgide ve anlayışta yapacağımızı
bilmemiz lazım. Başkalarının özgürlüğünü getirip Kürde ölçü olarak dayatmak
istersen bu kürdü temsil etmez, bunun içine istediğin kadar Kürtlük koy,
istediğin kadar kendine milliyetçi de, yurtsever de o işbirlikçilik olur,
ihanet olur. Dolayısıyla orada Kürt özgürlüğü, Kürt yurtseverliği canlanmaz.
Önderlik ve PKK hangi koşullarda çıkış yaptı? Hangi
koşullarda mücadele etti? Bu mücadele hangi aşamalardan geçti? Her aşamada
imkanlar, zorluklar ne kadardı? Maddi-manevi gerçek durum neydi? Ne kazandırdı,
başarı elde ettirdi, ne kaybettirdi? Kürdistan'da özgür yaşam nedir? Özgür
yaşam nasıl yaratıldı? Özgür yaşamın değer yargıları nelerdir? Kim özgür yaşamı
temsil ediyor? Bunların hepsinin cevabını bilebilmemiz, anlayabilmemiz gerekli.
Bunları bilmeyenler edebiyat ve sanat yapamazlar, çünkü Kürdistan'da özgürlük
değerlerini temsil edemezler, yüceltemezler. Onlara dayanarak gerici, kölece,
işbirlikçi olana vuramazlar.
PKK ve Önderlik gerçeğinden kaçılarak sanat ve edebiyat
yapılamaz, sanatçı olunamaz. Önderlik
Yaşar Kemal için, “Eşkiyanın romanı mı olur?” dedi. Şimdi ağanın
edebiyatı, sanatı mı olur? Satılandan edebiyat ve sanat olmaz. Ağalık
duygusunun, ruhunun, yaşamının sanatı mı olur, edebiyatı mı olur, romanı mı
olur, şiiri mi olur, destanı mı olur? Tarihte var; Osmanlı padişah sisteminin
bir etkisi olsa gerek, bazı aşiret ağalarının, beylerinin kendilerini övdürmek
için methieler dizdirmişler. En korkak olanlar kendilerini cesur göstermeye
çalışmışlar. Uydurulmuş şeyler güzel olabilir, ama gerçeği temsil etmezler.
Uydurulmuş olanla uğraşacağımıza gerçekle uğraşalım. Bu kadar inkarcı, gerçeği
ret edici olabilir miyiz? Böyle olan öncülük edemez, çünkü toplumu etkileyemez.
Toplum kendisine inanmaz. Toplum niye PKK’ye inandı? Çünkü hilesi hurdası
yoktu. Yoksa daha çok yazan çizen oldu, daha fazla güce ve imkana sahip olanlar
da vardı. Ama bütün bunlara rağmen toplum neden onlara inanmıyor? Son olarak
Şengal’de yaşananları gördük. Toplumun önemli bir kolu olan Ezidilerin nasıl
öfke kustuğunu gördük.
PKK niye farklı? İşte burada ideolojik-politik çizginin,
yaşam felsefesinin, zihniyetin etkisini görmek gerekiyor. Bağımsızlıkçı,
özgürlükçü, yurtsever demokrat düşüncenin hangisinin olup olmadığını görelim.
Apocu çizgi kesinlikle böyledir, diğerlerinde bu yoktur. Dolayısıyla o
düşüncelerden sadece bireysel çıkar ürüyor. PKK düşüncesinde bireysel çıkar
yoktur. Ülke çıkarı, ulus çıkarı, toplum çıkarı, halkın çıkarı, ezilenlerin
çıkarı, kadının çıkarı var. Toplumsallık ve özgür yaşamın çıkarı var. Bunun
için sözü, davranışı, yaşamı bütünlük arz ediyor ve bu toplum nezdinde sonuna
kadar inandırıcı oluyor. O nedenle toplum PKK’yi benimsedi, benimsiyor. Yoksa
ne parası, ne gücü, ne silahı, ne aşireti vardı. Başlangıçta PKK’liler için
“ipini koparanlar topluluğu,” deniliyordu. Bu tanımlama anlamlıydı; biz bunu
önce hakaret olarak algılıyorduk, ama bu düzenden kopmayı ifade ediyordu. İpi
kültürel soykırım düzeni, kapitalist modernite düzeni alacaksak PKK oradan
kopuşu ifade etti. Kopamayan PKK’li olamıyordu. Diğerlerinin duruşu Kürt ulusal
duruşu değildi, Kürdistan’ı bölüp parçalayan sistemin karşıtı değil, ucuydu.
Onlar sistemin yarattığı güçlerdi. Dolayısıyla sistemden kopuşu ifade
etmiyorlardı. PKK ayrı bir yaşam sistemini ifade etti. Önderlik; “Babamın en
son vasiyeti olarak, duydum ki, Kürtçülük yapıyormuşsun. Bundan vazgeç! Eskiden
komünistlik yapıyordun, komünistlik yapman senin için daha hayırlıdır’ dedi,”
diyordu. Gerçekten anlamına uygun bir Kürt özgürlüğünün çok tehlikeli olduğunu
görüyor, hissediyordu. Tehlike ise sistemden kopuştan geliyordu. ‘Sistemden
kopmak’ demek sistemi karşıya almak ve onun ruhuyla, düşüncesiyle, siyasetiyle,
ideolojisiyle, ekonomisiyle, her şeyiyle çatışmak demekti.
Kürtlere yok etme hükmü uygulanıyordu. Devletçi sistemle ve
onu en son ortaya çıkan yapısı olan kapitalist modernite sistemi Kürde yok
olma, ölme fermanı biçmişti. Yok etmek, idam etmek bir fermandır, dolayısıyla
bir yargılamadır. Buna fermana karşı var olma, özgür olma arayışı ve direnişi
karşısından bir yargılamayı ifade ediyor. Dolayısıyla PKK’nin, Kürdistan
Özgürlük Mücadelesi’nin de bir tarihsel yargılama olayı olduğunu bilmemiz
lazım. PKK neyi yargıladı? Kürde biçilmiş ölüm fermanını yargıladı. PKK’nin
ideolojik, politik, askeri, örgütsel duruşu ve eylemi hepsi bir yargılamadır.
Önder Apo, “Tarihsel yargılama hakkımızı kullanıyoruz,” dedi. Bunu anlayarak ve
bilerek yaptı. Buna açıktan “yargılama” dedi. Önderlik, “Kürde ölüm fermanı
çıkarılmış. Bizde özgür yaşamı yaratmak için bizi yok etmek isteyenlerin ne
olup olmadığını yargılayacağız,” dedi. En son savunmalarda da böyle büyük bir
tarihsel yargılamanın teorik temellerini ortaya koydu.
Buradan ele aldığımızda Kürt özgürlüğü, Kürde kültürel
soykırımı rejimi dayatan ve ölüm fermanını biçen sistemin yargılanmasını ifade
ediyor. Bu özgürlüğü elde etmenin her alanı buna göre oluşması, hükmünü buna
göre icra etmesi lazım. İdeolojisi böyle, teorisi böyle, sosyal bilimi böyle,
askerliği böyle, siyaseti böyle; tabi edebiyat ve sanatı da böyle olmalı. Böyle
bir toplumun ve onun özgürlük mücadelesinin edebiyat ve sanatının da Kürt
toplumuna ölüm fermanı veren bir sistemin yargılamayı ifade ettiğini bilmemiz
gerekiyor. Bunu gerçekleştirdiği, başardığı ölçüde özgürlük çizgisini esas
alacak. Böyle olmayan istediği kadar estetikle yüklenmeye çalışılsın bir anlam
ifade etmez, toplum onu benimsemez. Toplum PKK’yi sözü ile davranışı bir olduğu
için, yani toplumun özgürlüğünü yaşadığı için benimsedi. Edebiyat ve sanat da
bunu yaptığı ölçüde benimsenir. Bunu yaparsa özgür insan ve toplumu ortaya
çıkarır, devrimci rol oynar, kültür devrimi yaptırır. Bunu yapmazsa topluma
kültürel soykırım rejimini dayatır, bu rejimin aleti ve uzantısı olur.
Edebiyat ve sanat mücadelesiz olmaz, yargılamasız olmaz,
devrimci yaşam ölçülerine dayanmadan olmaz, tarafsız olmaz. Taraf olacak! “Biz
ne PKK’den yana oluruz, ne de TC’den yana!” Var mı böyle bir yaşam?
Kürdistan’da otlar bile böyle değil, herkes bir taraftır. Bu kadar keskin bir
mücadele yaşanıyor, yargılama yapılıyor. Ortada ölüm fermanları var ortada, sen
nasıl tarafsız olursun! Hem de sanat ve edebiyat alanı olarak toplumun ruhuna,
duygusuna, düşüncesine hitap edeceksin, insanı ve toplumu belirleyeceksin hem
de bu toplumda tarafsız olacaksın. Bunlar saptırma kavramlardır ve bunu
tartışmak bile abes. Öyle bir sanat edebiyat ve sanat olamaz, nitekim olamıyor
da. Olmadığı gibi nasıl ki ideolojik-siyasi mücadelede gelişmeye sağlamayanlar
bundan PKK’yi sorumlu tutuyorlarsa edebiyat ve sanat alanında da aynı şeyi
yapıyorlar. Onlar da PKK’yi suçluyorlar. Niye? Toplumu kandıracaklar,
aldatacaklar, bir ajan olarak kültürel soykırım rejimine, inkar ve imha
sistemine hizmet edecekler, ama PKK buna izin vermiyor, maskelerini düşürüyor;
onun için de karşı çıkıyorlar. PKK’nin en önemli kazanımı, Önder Apo’nun Kürt
toplumuna verdiği en büyük kazanç bu durumu alt üst etmesidir. Artık kimse
toplumu eski düzene çekemez.
O halde sanat ve edebiyatta da gerçekleşen bu yeni olguyu
ele almalıyız. Bu işi bir devrim ve mücadele olayı olarak görmek lazım. Tarihe,
toplumsal gelişme gerçekliğine bakalım; bu hareketler devrimcidir, yani birey
ve toplumu özgür yaşamda gerileten her türlü saldırıya karşı direnmeyi ve özgür
yaşamı savunmayı ifade ediyor. Bütün tarih boyunca sanat hareketleri mücadele
gücüdürler; taraftırlar, tarafsız değillerdir. Baskı ve sömürü düzenine, devlet
ve iktidar düzenine karşı duruşu ifade ediyorlar. Bir düşünce, örgüt ve eylem
gücüdürler. Edebiyatçı ve sanatçının tarihsel tanımı da bu. Böyle olmayan
sanatçı ve edebiyatçı son birkaç yüzyılda kapitalist modernite düzeni
içerisinde ortaya çıktı. Ondan önce sadece imparatorların, padişahların
saraylarında vardı ve ona da kimse sanat ve edebiyat demedi. Bu konu
incelenirken bile ayrı ele alınıyor; birincisi, saray edebiyatı dedikleri,
diğeri ise halkın edebiyatı. Aslında öbürü soytarılıktı. Zaten sarayda olana
sanatçı değil Saray Soytarısı deniliyordu, halk öncülerine de Ozan deniliyordu.
Bu ayrım kapitalist modernite sistemi ile bozuldu. Neden? Ulus-devlet sistemi
önceki sistemden çok farklıydı. Devleti toplumsallaştırıyor, toplumu
devletleştiriyor. Bir toplum kırım uyguluyor. Bunun da temelinde ruh kırımı
var, duygu kırımı var, düşünce kırımı var. Duygu ve düşünce asimilasyonunu
gerçekleştirilmeden özgür insan yok edilemiyor, toplum yok edilemiyor. Buraya
saldırabilmesi için öncelikle topluma öncülük eden sanat ve edebiyat
hareketinin yok etmesi lazım, sonrasında ise toplumun duygu ve düşüncesine
saldıran bir sözde sanat ve edebiyat alanı yaratması gerekiyor. Bunu yarattılar
da. Bunu yaratmayı ulus-devlet sisteminin, kapitalist modernitenin temel
özelliği gördüler.
Kapitalizm hırsızlık demekti ve hırsızlığı kabul eden ruh ve
duygu ölçüsü, insanların duygu ve düşünce kırımını da kabul etmiş oldu. İnsan
erdemi hırsızlığı kabul etmemekti, hırsıza karşı çıkmaktı. Hırsızlık ustalık
haline geldi, meşrulaştı, yiğitlik oldu. Yani ölçü değiştirdi, çünkü sermaye
düzenin özünde bu vardı. Özgürlük düşüncelerin hiçbirisi sermaye biriktirmeyi
kabul etmedi. Dinler kabul etmedi, felsefe kabul etmedi, bilim kabul etmedi.
Bütün devrimsel çıkışlar aslında sermayeyi kabul etmeme çıkışıydı ve bunu hep
denetim altında tuttular. Kapitalist saldırı bu denetimi kırdı. Böylece
toplumları bir kırımla yüz yüze getirdi. İnsan erdemi yok edildi.
Önderlik kapitalizmi tanımlarken, “komutan para” dedi. Paranın
komutan olduğu, her şeye hükmettiği sisteme kapitalizm deniliyor. Kapitalizm
her şeyi olduğu gibi sanat ve edebiyatı da metalaştırdı. İnsanlar kapitalizmde
düşüncelerini, ruhlarını, duygularını satar hale geldi. Önder Apo bırakalım
duygu ve düşünce satmayı emek satımını en kötü kölelik olarak tanımladı. Bunlar
Marksizm’de yüce değerlerken, Apoculukta bir sapmadır. Kürdistan’ın özgürlük
düşüncesi bu kadar gelişti, değişti. Marksizm’in yarattığı sistem çöktü, Önder
Apo’nun yarattığı sistem bu çöküntüye rağmen ayakta kalıyor, gelişiyor. Geçen
gün bir Alman gazetesi yazmıştı: “Apo’nun projesi Barzani’ninkini çökertti.”
diye. Rojava ile Başur’u karşılaştırıyor, IŞİD saldırmadan Barzani’nin sistemi
çöktü, ama 15 aydır Apocu sistem Rojava gibi küçük bir alanda direniyor.
“Emek değerini, iş gücünü satan bir güç özgür topluma öncü
olamaz, o özgürlük değil köleliktir,” Önderlik böyle tanımladı. Bu yeni ve
önemli bir tanımdır. Kürdistan’da gelişme yaratan, değer yaratan bir tanımdır.
Eğer emek gücü için doğru olan buysa tabiki düşünce gücü için, onun duygu, ruh
dünyasını ifade eden sanat gücü için bu durum hayli hayli geçerlidir. Burada
paranın yeri olmaz. Bu alana para girdi mi, bitmiş demektir. Paradan kastım ise
alım ve satımdır, pazarlamadır. Böyle olan bir alanda topluma hizmet, özgür
yaşam ölçülerini korumak değil daha fazla para kazanmanın yollarını bulmak
ortaya çıkar. O zamanda nasıl satacaksan öyle yaparsın. Bunu tartışmadan bile
korkuluyor olması kötü ve tehlikeli bir durumdur. Nasıl böyle olur? İnsan düşüncesini
nasıl satar? Kafa işçiliği ve kol işçiliği diye tanımlamalar üretildi. “bütün
işçilikler kutsal,” aslında bu düşünce satımı bu kavramdan ortaya çıktı. Kol
işçiliği, emek gücü satmak en kutsal değerdi, işçilik böyle oluyordu. Kol
işçiliğini satamayan kendine bir işçilik bulmalıydı ki, onunda bu kutsallıkta
yeri olsun, “ha bende kafamı satıyorum,” dedi ve düşüncenin, yazımın, sanatın
satım alanı haline gelmesi böyle oldu. Sanatın alım satım haline getirilmesi
gerçekleşti. Herkes kendini pazara çıkardı. İşçilik olarak pazarlarsın, işveren
olarak pazarlanırsın mesele değil.
Tarihte hangi düşünür düşündüğünü, icat ettiğini para
karşılığı sattı? Var mı böyle bir örnek? Yoktur. Hangi Ozan değerini pazarda
sattı, para kazandı ve zengin oldu? Bunun bir örneği yoktur. Öyle satılacak bir
şey üretmediler, tersine kendilerini koruyamayanlar darağacına çekildiler,
derileri yüzüldü. Niye? Çünkü onlar mücadele ürettiler. Sanat ve edebiyat demek
özgürlüğü, toplumsallığı savunmak, baskıya, sömürüye ve egemenliğe karşı
çıkmaktı. Şimdi parayla satılan baskı ve sömürüyü onu kutsuyor, onu esas
alıyor, çünkü para orada oluyor. Ona sanat mı denilir, edebiyat mı denilir!
Kültürel soykırım rejiminin sanatı, edebiyatı mı olur? İnsanlık suçunun sanatı,
edebiyatı mı olur?
Egemen sistem tarih bilincini de saptırıyor. “Dünya böyle
gelmiş böyle gidecek,” diyor. Oysa böyle gelmemiştir. Tarihin derinliklerinde
toplumsallık olgusu farklı olduğu gibi sanat ve edebiyat gerçeğinin rolleri de
farklıdır. Şimdi ortaya çıkarılmış olanı anlama ve yargılamak durumundayız.
Yargılamaya tabi tutmadan, “sanat ve edebiyat buymuş,” diyerek verili olanı
icra edemeyiz.
Bu düzenden kopuşu sağlamak, düzene karşı mücadeleyi doğru,
derinlikli ve tam anlamak gereklidir. Siyaset diline, sosyal bilime dayanan,
onunla sınırlı kalan bakış açısı genel ölçüleri ve kaba tanımları veriyor,
dolayısıyla toplumun derinliklerini çözmüyor. PKK devriminin toplumda ve
bireyde yarattığı değişimi inceleyemiyor. Devrimci pratik onu çok aşmış
durumda. O siyaset ve sosyal bilimin tanımlamalar bunun karşısında yüzeysel
kalıyor. Onu derinleştirecek bir gelişme için edebiyat ve sanat belirleyici rol
oynayacak bir noktaya gelmiş durumda. O nedenle bu dönemde edebiyat ve sanat
daha çok rol oynayacaktır.
Kürdistan’da edebiyat ve sanatla uğraşacaksak PKK’nin ortaya
çıkardığı realiteyi esas alarak yapacağız. Edebiyat ve sanatın zeminini yaratan
PKK’nin devrimidir. Bunun dışında sanat ve edebiyata konu olacak bir şey yok.
Bu da düzenden kopmayı, her şeyi ile düzen ölçülerinden kopmayı ifade ediyor.
Bunu anlamayan ifade de edemez. Özgürlükçü, devrimci, yurtsever olanı açığa
çıkaramaz. Bu kavramlar adına kültürel soykırım rejimini meşrulaştıran duygu,
düşünce, davranış üretmeye kalkar ki, bu özgür insanı yaratmaz, tersine
insanlığı ve toplumsallığı katleder. Şimdi sanat ve edebiyat böyle bir katliam
aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Demek ki, gerçek edebiyat ve sanat ise
buna karşı gelişmek, mücadele etmek, özgür insanı temsil etmek zorunda. Onun
içinde kendine göre ölçüler yaratmak, kavramlar geliştirmek zorunda, yani var
olanla olmaz. Var olan sisteme göre sanatı geliştirmek ve bunun Kürt
yurtseverliğini, demokratlığını temsil edeceği, PKK devrimini işleyeceğini
sanılmak büyük bir yanılgı olacaktır, boşa çalışmaktır. Öyle yapmaya kalkan,
PKK’ye karşı kültürel soykırım rejimini temsil ediyor, demektir; o bir ajan
faaliyetidir. O biçimde yapılan her şey özgür ve demokratik yaşama
saldırıdır.
Kürdistan’da büyük özgürlük değerleri ortaya çıkarıldı; zor
başarıldı. Müthiş bir edebiyat ve sanat malzemesi ortaya çıkartıldı. Şimdi
işler kolaylaşmıştır. Edebiyat ve sanatın rolü ise ortaya çıkarılmış bu
devrimci değerleri çeşitli dallarda işlemek ve topluma taşımaktır. Bunu
resimle, sinemayla, müzikle, tiyatroyla, yani sanatların bütün alanlarında
yapmak gerekir. Estetiği kullanarak ortaya çıkarılmış devrimci değerleri
yeniden şekillendirip insan ve toplum yaşamının güzel özellikleri haline
getirip topluma sunmak. Yapılması gereken görevin özü budur. Şimdi yapılması gereken
40 yıllık devrimci pratiğin ortaya çıkardığı toplumcu değerlerin, birikimin
yeniden ifade edilip topluma taşımaktır. Bunu yapabilmek için toplumu anlamak
lazım; gelişen özgürlük değerlerini, toplumun yaşadığı devrimci değişimi
anlamak ve özümsemek gerekiyor. Öyle anlamadan, özümsemeden, benimsemeden,
bunları doğru görmeden olmaz. Sahte bir anlayış geliştirerek de olmaz, özüne
vakıf olmak gerekir. Ondan sonra geriye kalan bu birikimi estetik değerlerle
bütünleşmesini sağlamak ve toplumu daha kolay, daha etkili kabul edilebilir
bazı değerleri de kendinden katıp, topluma sunmaktır. Burada esas zor olan bu
değerleri anlamak ve özümsemektir. Bu gerçekleşirse onları yeniden yaratmak,
estetikle yoğurup birleştirmek ve topluma sunmak çok zor değil. Çünkü şimdi
teknik imkanlar çok. Bu gerçekten de eskiden zormuş. İnsanlar ürünlerini
paylaşmak için diyar diyar dolaşıyorlarmış; aç, susuz! Toplumun öncüleri,
devrimcileri ozanlarıydı aslında. Sırtlarında saz ülke ülke, kıta kıta
dolaşıyorlarmış, insanlara bir şeyler verebilmek, onlara ölçü kazandırmak için.
Sanatçılığın tanımını, anlamını, sanatçı çalışmasının özelliklerini burada
görelim. Şimdi kapitalist modernite sisteminin toplum kırımı gerçekleştirmek
için yedirip içirip, parayla yoğurduktan sonra topluma sunduğu insanlarla
gerçek ozanların, sanatçıların ne alakası var; hiçbir benzerlikleri yoktur.
Önderlik, “var olan imkanların yüzde birini bile
değerlendiremiyorsunuz,” dedi. Bu sadece siyaset ve askerlik için geçerli
değil, edebiyat ve sanat alanı için daha fazla geçerlidir. Burada 40 yıllık
mücadeleden çıkan bir PKK dersini daha verebiliriz: hiçbir gelişme imkan
fazlalılığı ve rahat ortamda olmadı. Tersine imkan ne kadar fazla oldu, rahat
ne kadar çok oldu ise orada üretim az, sorunlar çok oldu. Tabi bu iyi bir durum
değil; bizim insan olarak zayıflığımızı gösteriyor. Demek ki yeterince eğitimli
değiliz. Zorluklar bizim öğretmenimiz oluyor, ama realitemiz bu. Böyle bir
duruşu değiştirmeliyiz. Edebiyat ve sanat alanın da bu dersten ciddi biçimde
yararlanması mümkün. Bu alanın doğasına daha uygun. Zorluklar buradaki üretimin
ebesidir. Zorluklar bizim devrimimizin kamçısı gibi. Zorluklar bir şeyler
yaratmamızı engellemiyor, tersine zemin sunuyor. Savaşta böyle oldu; deneyim
bu. Kaldı ki, o kadar maddi imkan yoksunu da değiliz. Ulasal Diriliş Devrimi
önemli bir maddi zemin de sundu. Hem büyük devrimci birikimle birlikte
imkanlara sahibiz, hem de ciddi biçimde zorlayıcılık var. Burada şu soruyu
sormalıyız: Buna rağmen neden sanat ve edebiyatı yeterince geliştiremedik?
Neden devrimimiz daha derinlik bir kültür devrimi haline gelmedi? Onu yaratacak
edebiyat ve sanatı ortaya çıkaramadık? Bu sorular üzerinde durulması ve cevap
aranması gereken sorulardır.
Toptan var olanı küçümseyen, görmeyen bir inkarcı yaklaşım
içinde olmamak da lazım. Özellikle ‘90 başından bu yana amatör bir ruhla
yaratılmış gelişmeler var. Fakat bunlar parçalı, dar, birbirinden kopuk ve
yüzeyseldir. “Hiçbir şey olmuyor,” değil de, Kürt sorunun siyasi-askeri
çözümüne hizmet edecek büyük bir kültür devrimini gerçekleştirme düzeyinde
değil. Gerillanın yarattıkları var, serhıldanın yarattıkları ve onları anlatan
eserler vardır.
Sanat ve edebiyat alanında üretim zayıflığının bizden
kaynaklı olduğu sonucuna ulaşmak zor değildir. Toplumda zayıflık yok, toplumsal
alanda bir sınırlılık da yok. Bu tür çalışmaları geliştirmek için ilgi,
fedekarlık, yaratıcılık var. Epeyce böyle bir çalışma için istekli insan
kütlesi de vardır; dört parça Kürdistan’da da, yurtdışında da bu durum söz
konusudur. Fakat onları yönlendirecek, bütün sanat alanlarında devrim
yaptıracak düzeyde çalışmaları derinleştirecek bir yönlendirmede, ön açıcılıkta
ve ifade etmede zayıflık var. İfade gücünü kendimizden geliştirmek yerine
dışarıdan bekler durumdayız.
Bu çalışmayı yürütecek insan, kadro gücünü geliştirmek,
çoğaltmak, eğitimini derinleştirmek gerekiyor. Şimdiye kadar bunun yapılmamış
olması büyük bir eksikliktir. Bu konuda ciddi yanlış anlayış ve yangılarda
vardır. “Sanat alanı ideolojiden uzak alandır”, “sanat alanı partiden uzak alandır”,
“PKK’li sanatçı olamaz, bir PKK’li sanatçı olamaz” gibi yanılgılı anlayışlar
var. Bu kesinlikle Önderlik tutumuna terstir. Sanatçılar eğitim görmezler,
mümkün olduğu kadar ideolojiden, partiden, eğitimden uzak durmalılar ve ondan
sonra da devrimi yansıtmalılar, toplumun ruhunu, duygusunu belirlemeliler! Bunu
neye göre yapacaklar? Devrim eğitmezse düzen eğitiyor; düzenden aldıklarıyla mı
devrimi yansıtacaklar? Bu mümkün mü? PKK’den, devrimden uzak dur, ama Kürt
özgürlüğünün sanatını yap! Bu mümkün mü? Büyük bir sanat ve edebiyat hareketi
gelişmemesinde bu yanlış anlayışın da büyük etkisi vardır. Nazım Hikmet’in
cezaevinde yazdığı şiirler dışarıda sevdalanır düzeyde beğeniliyor, ama
dışarıda da büyük bir anti-komünizm yayılıyor. Bir taraftan Nazım taraftarlığı,
diğer taraftan komünizm düşmanlığı! Buna karşı Nazım Hikmet’in tepkisi,
“Sevdalınız komünisttir,” diye. Bizde de şimdi öyle bir durum var. Edebiyat ve
sanatı PKK devrimi üzerinden yapmak zorundasın, ama diğer taraftan PKK’den,
ideolojisinden, eğitiminden, gerçeğini
öğrenmekten uzak duracaksın. Peki, sanat ve edebiyatı neyle yapacaksın? Bu
köklü bir çelişkidir.
Parti alanı ideolojik alandır. İdeolojik alanında özünde
edebiyat ve sanat vardır. Sanat ve edebiyat alanı psikolojik mücadele,
ruhsal-duygusal mücadele alanıdır. İdeolojinin de özünde hitap etmeye çalıştığı
alanda buralardır. O nedenle “sanat ve edebiyat ideolojiden kopuktur,” tanımı
tam bir ulus-devlet uydurmasıdır. O zihniyet burjuva liberal zihniyettir.
Kendisi sanat ve edebiyat alanını yüzde yüz ideolojik mücadele alanı yapıyor,
ama karşısında gelişmesin diye de sanki ilişkisizmiş gibi gösteriyor. Bu büyük
bir aldatmacadır. O açıdan da partileşme, parti mücadelesi, ideolojik mücadele,
ideolojik eğitim, parti gerçeğini kavramada en çok esas almamız gereken alanlar
kapsamındadır. Böyle bir düzeltme olmalıdır.
“Ben sanat ve edebiyat işleriyle uğraşmak istiyorum,”
diyenler en az parti yönetimi, gerilla komutanı olacak kadar kendilerini parti
düşüncesiyle, Önderlik çizgisiyle, mücadele gerçeğiyle eğitmeliler. Hatta o
düzey bile yeterli değildir. Askeri ifade, siyasi söylem çok düz ve basittir,
ama edebi ve sanatsal söylem ve ifade çok karmaşık ve derinliklidir. Siyasi ve
askeri alanda bireysel tutum, bireycilik, bireyin kendine göre bir tutumu olabilir,
ama sanat ve edebiyat alanında olmaz. Buraya geldin mi, bireyciliğin bitmiştir.
Ruhunu, duygularını toplumsallaştırırsan karşındakini inandırırsın. Böyle
yapamazsan yaptığın bir taklittir, taklidin de sanat ve edebiyatla bir alakası
yoktur. Bu alan bireyin her şeyiyle toplumsallaştığı alandır, tüm bireyciliği
aşarak toplumsallıkta eridiği bir alandır. Hem kendini yaşamak hem de edebiyat
ve sanat ile topluma öncülük etmek mümkün değildir.
Gerçekten sanatla uğraşacaksan, sanatçı olacaksak, bu işin
zor olduğunu da bilmek lazım. Bir fedai militan fedekarlığı ister, hatta ondan
çok daha ötedir. O canını ortaya koyuyor. Can vermekle bireyciliği aşmak aynı
şey değildir. Can vermek daha kolaydır! Edebiyat ve sanat yapacaksan ancak o
düzeyde açıklık, tahlil, değerlendirme geliştirebilirsen bir çözüm ortaya
çıkar, bireyin psikolojisini, toplumun sosyolojisini çözebilir, ifade
edebilirsin. Bu yönlü kendimizi eğitmemiz, böyle bir hareket geliştirmemiz
gerekiyor. Kendini aşan, yaşam tecrübelerini topluma sunmaktan vazgeçmeyen bir
noktaya gelmeliyiz. Önderlikte gizli saklı hiçbir şey yoktur. Birçok şeyi
birbirine benzeterek anlattı ki, eğitim olsun, insanlara tecrübe olsun diye. Bu
kadar eğitim gücü, eğitim materyali ortaya çıkarabilmek için doğuşundan bugüne
kadar ne duydu, ne gördü, ne yaşadıysa 40 yönden ele alıp tekrar tekrar ifade
etti. “Aman bu böyledir burayı saklayayım, şu şöyledir şurayı saklayayım,
burası bana aittir, şurası özeldir,” demedi. Her şeyi ortada; sanatçı budur.
İnsan çözümlemesi böyle oluyor. Onu edebiyat ve sanatla yapmadı, ama insan
çözümlemesi yaptı. Böylece edebiyat ve sanatın önünü açtığı gibi bir edebiyatçı
ve sanatçının nasıl olması gerektiğini gösterdi. Bu konularda üretim yapacaksak
ancak Önderliğin yaptığı gibi yaparak gerçekleştirebiliriz. Kendimizi çözerek,
kendimizi anlatarak bunu yapabiliriz. Olumlu olanları anlatıp, olumsuz olanları
anlatmak yarım bırakır. Böyle yapması zordur. İnsanlar açısından en zor olan
budur. Yaşamını ortaya koymak, savaşın ortasına girmek öyle zor değil, büyük
zorluk buradadır. Güçlü bir edebiyat ve sanat hareketinin gelişmemesinin bir
nedeni de bu olabilir.
Sanatçı eğitiminin merkezine bireyciliği aşabilmeyi koymak
gerekiyor. Kişi kendini çözebiliyor mu, çözemiyor mu? Kendini açabiliyor mu,
açamıyor mu? Kendini anlatabiliyor mu, anlatamıyor mu? Kendini topluma ne kadar
açabiliyor? Kapalı bir kutu gibi midir, yoksa kendini ve yaşamı sonsuz
çözümleyerek, onu bir de güzelce tanımlayıp, sistemleştirip topluma sunabiliyor
mu? bunlar yapılabiliyorsa oradan edebiyatçı doğar, sanatçı doğar. İnsan
açısından ‘zor’ olan da budur. Basit, yüzeysel ifadeler, taklitler kolay
geliyor ama işin özüyle ilgili olmak kolay değildir. Zor bir alandır, ama
yapılamaz bir alan kesinlikle değildir. İsteğe ve kişinin çabasına bağlı, kendini
ele almasına ve ortaya koymasına, cesaret ve fedekarlık göstermesine bağlı.
Bunlar olmadan, “ben edebiyatçı ve sanatçı olacağım, ama kendimi hiç
zorlamayacağım, açık davranmayacağım, çözmeyeceğim,” diyerek edebiyatçı ve
sanatçı olmak mümkün değildir. Sen ancak kendinden yaratarak anlatabilirsin.
Bir duygu, ruh yaratacaksan, insanlığa yararlı bir düşünce üreteceksen bunu
kendinden üreteceksin. Diğeri hikaye gibi olur. Edebiyat tarih anlatımı değil,
anı anlatımı değil, hikaye değildir. Edebiyat, kişilik çözümlenmesi, birey ve
toplum çözümlenmesi alanıdır. Esas edebiyat dalları bunu gerçekleştiren
dallardır. Kişilik devrimi, kültür devrimi de böyle bir çözümlemeyle
gerçekleşir; var olanı çözümleyip yeniyi inşa etmekle, yaratmakla olur; eskiyi
aşıp yerine yenisi konularak sağlanır.
Duran Kalkan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com - www.lekolin.org - www.lekolin.net –
www.lekolin.info